9 Şubat 2022

Çivi Kafa

H

er zamanki sıradanlıkla gözlerini açtı ve olduğu yerde bir süre durdu. Gerçek dünyaya dönmenin getirdiği birkaç saniyelik afallamanın ardından artık doğruldu, oturma pozisyonu alırken başındaki ağırlığı sonunda fark edebildi. Oflayıp puflarken, bunun zaten başına geleceğini bildiğini düşündü. Arada bir uğrayan bu misafirin şokunu ilk ziyaretlerde atlattığı için, şimdi normalleşmişti. Buna rağmen, son ana kadar aynaya bakmaktan kaçınmıştı. Arada bir parmaklarını başında buluşturup gerçek olup olmadığını kontrol etti, demirsi yapıyı hisseder hissetmez de sıkıntısını katladı. Hızlıca giyinip çıkmadan önce, az kalsın eski püskü, sararmış romanını unutuyor olduğunu anladı, “Çok güzel,” dedi, “bir unutkanlık eksikti zaten. Hemen başlamışız.” diye de devam etti. İleride, birkaç kullanım sonrası kırılacak olan balkondaki tahta merdivenlerden üst kata çıkıp uçsuz bucaksız uzunluktaki kitaplığına bakması gerekiyordu. Tırmanışını zar zor gerçekleştirdi ve yine zar zor bir şekilde, yıpranmış kitabının yukarılarda bir yerlerde olup olmadığını görmek için başını havaya dikti. Zaten geç kalmıştı, bu yorucu eylemi sakince halletmeye çalıştı. Kitabı elinde, merdivenlerden yavaş yavaş inerken dev bir buhar bulutu yüzüne çarptı, büzüşmüş ifadesini düzeltip gözlerini açtı ve duyduğu minik kıkırdamadan bunun yan komşusunun işi olduğunu anladı. Sanki bir özür duymuşçasına “Önemli değil!” diye cevap verdi. Kızmıştı, ama çok kısa sürdü. Buhar tamamen ortadan kalkınca penceredeki yansımasıyla birden göz göze geldi. Başına saplanmış dev çiviyi sonunda görmüştü. Sadece kendi duyacağı şekilde, “Her seferinde biraz daha büyümese olmazdı.” dedi ve evden adımını atmak için harekete geçti.

Tüm dünya, uzun bir yapının içine sıkışmıştı, artık doğa yoktu, gezecek, görecek yerler de aynı şekilde. Dip dibe yaşayan insanlar tıkışıklık içinde hayatlarını idame ettirmeye çalışıyordu. Hayatı biraz olsun kolaylaştırmak için yeni teknolojiler denendi; yine de insanlığın klasikleşmiş dertleri yaşamaya devam etti, hem de katlanarak. Eski Dünya’dan kalma eşyalarını kullanmaya devam eden, alışkanlıklarını sürdürmeye çalışanların sayısı gittikçe azalıyordu. Bizimki de onlardan biriydi. Dış kapıdan çıkar çıkmaz asansöre yöneldi ve yüzünü dahi görmek istemediği kişinin ona doğru yaklaşmakta olduğunu gördü. Söze, “Artık kullanmıyorum, aklındaki her neyse söylemeden bas git!” diyerek girdi.

“Dur, dur! Benim diğer satıcılar gibi olmadığımı biliyorsundur. Geçen seferki gibi olmayacak. Hem seni durdurmaya çalışan bendim zaten, o an resmen gözün dönmüştü, boğa gibi bir şeydin. Sinirden kırmızı kumaşım var mı diye ceplerimi yokladım. Sadece... Şu, kafandakini... Görünce işte. Bu yüzden yanına geldim. İyi gelebilir. Hızlıca bir karar vermen gerekiyor şu an.”

Gerçekten yardımcı olmaya çalıştığı bakışlarından belli oluyordu; ötekininse kararsızlığı. Hayvani yönü tüm vücudunu ele geçirmiş ve kendisine dışarıdan bakabilecek bir seviyeye ulaşmış gibi hissediyordu. Aç vahşiyi kanlı canlı görebiliyordu ancak tuhaf bir şekilde, bu aynı zamanda kendisiydi. “Tamam, sadece beş dakikaya ayarla. Paran bu gece yatmış olur.” diyerek teklifi kabul etti.

“İyi yolculuklar.”

Parmağının ucuyla müşterisinin alnına yaptığı minik bir dokunuş yoluyla onu kendi hayal dünyasına yolladı. Tek yaptığı, ancak çok dikkatle bakıldığında fark edilebilen bir simülasyon cihazı yerleştirmesiydi. Dışarıdan sohbet etmeye devam ediyorlarmış gibi görünüyorlardı. Simüle ettiği dünyada neler yaptığını kimse bilemezdi. Süre dolar dolmaz kahkahaya boğuldu. Elini yüzünü silmeye çalışırken, “Of! Gerçek değildi zaten değil mi?” diye sordu. “Resmen hafifledim.” diye de ekledi. Gerçek anlamda da hafiflemişti. Tekrar ciddileşip geç kaldığını söyledi ve asansörün düğmesine basıp beklemeye koyuldu. Satıcı hiçbir şey söylemeden ellerini ceplerine attı ve sakince kayboldu. Asansör nasıl olsa geç gelirdi, henüz bin sekiz yüz ikinci kattaydı.

Düşüncelere dalınca pişmanlık ve gerginlikle baş başa kaldı. Anlık bir baş ağrısı dahi hissetmişti. Kafasını dağıtır diye yanına aldığı müzik çaların açma tuşunu üst üste zorluyordu, şarjının olmadığını birkaç denemeden sonra anladı. O anda yanından geçmekte olan iki çocuk, bu antika aletin hâlâ var olduğunu görünce gülmeye başladılar. Derin bir nefes aldı, verdi. Uzun bir bekleyiş olmuştu, ardından beklenen ses duyuldu. Bu, binlerce kişilik kapasitesi olan bir asansördü. Hızlıca bir kahve alıp gözüne kestirdiği okyanus manzaralı koltuğa oturdu.

Kendisinin de bir başkası tarafından gözüne kestirildiğinden habersizdi, izleniyordu. İzleyen gözler, komşusuna aitti. Elinde buz gibi, çilekli bir içecek vardı. Kalpli güneş gözlüğünün altından izliyor, pipetinden de uzun bir yudum alıyordu. Alımlı, henüz orta yaşlarında olan bir kadının bizimkinin yanındaki boş koltuğa yerleşeceğini fark eder etmez harekete geçti. Kadına hızlı, kıvrak bir kafa hareketiyle defolmasını ima etti. Tam oturmak üzere eğilen kadın, yüzü bir karış şekilde uzaklaştı. Hemen koltuğa kendisi geçti ve gözlüklerini çıkarıp gülümseyerek “Günaydın!” dedi.

Bizimki biraz şaşırmış halde, aynı kelimeyle ama daha sakin bir tonla cevapladı.

Gözlüklü devam etti: “Kafan... Karmakarışık duruyor yine. Sebebini öğrenebildik mi?”

“Yakında çıkar kokusu. Bir süre üstünde durmam herhalde. Bakalım.” Umursamaz görüntüsünün altında, belli etmemeye çalıştığı, heyecanlı bir his yeşilleniyordu.

“Kahvendeki buharın benimle bir ilgisi yok bu sefer, haberin olsun. O an özür dilerdim ama duymazsın zaten diye düşündüm. O yüzden, özür dilerim?” Samimi bir özürden çok ezberlenmiş bir repliği andırıyordu. O anki hali bir karikatüre dönüştürülecek olsa, kesinlikle başının üzerine birkaç soru işareti de eklenirdi.

“Aslında, cevap ver...” konuşmasını bitiremeden, güneş gözlüklü birden yanındakinin elindeki yıpranmış kitaba atıldı, hemen cebinden şeffaf ekranlı, gelişmiş bir telefon çıkarıp kitabın kapağını tarattırdı. Sıfır sonuç bulunmuştu. Üzüntüsü belirten bir dudak hareketi yaptı.

“Madem hiçbir yerde olmayan bir roman, belki sen bana anlatırsın.”

“Belki.” dedi gülümseyerek.

Ondan daha iyi anlatacak başka birisi de olamazdı çünkü yazarı zaten kendisiydi. Bir an dalgınlaştı ve parmaklarını kitabın üzerinde gezdirirken asansör yavaşladı, ışıklar gidip geldi, kahve makinesi yere kapaklandı, asansörü süpüren yaşlı, düşmesin diye şapkasını kavradı. Yukarıya doğru yolculuk etmekte olan asansör durmuştu. Büyük bir buhar eşliğinde ana kapı açıldı. İçeri orta boylu, ince ve siyah bıyıkları Pegasus’un kanatlarını andıran ak saçlı, fötr şapkalı bir adam girdi. Herkes sessizlik içinde onu izliyordu, söze şöyle girdi: “Bakmayın öyle! Acil kullanım iznim var, inanmayan yakından incelesin!” belgelerini doğrultmuş, yolcuların gözlerine sokuşturuyordu. Kimse cevap vermedi. Boş bir koltuğa geçti ve bastonunu kucağına alıp gazetesini yırtacak gibi ortasından açtı. Asansör, bu sefer aşağıya inmeye başladı. Homurdanmalar yükselmişti ancak karşı çıkmak anlamsızdı.

Uzun süren sessiz bekleyişin ardından enerjik komşudan yeni kelimeler döküldü: “Biraz hava alalım mı?”

“Olur.” Yetişemeyeceğinden artık emindi. Bu rahatlık, teklifi kabul etmesini de kolaylaştırmıştı.

Gözlüklü önden gitti ve büyük bir heyecanla demirlere tutunup bir oh çekti. Bizimki daha sakin, temkinli gidiyordu, kitabı her zamanki gibi elindeydi. Okyanusun altına doğru yolculuk etmeye başladıkları için balkon camları da yavaş yavaş kapanmaktaydı. Kadının üzerindeki açık mavi tül, rüzgarın etkisiyle bacaklarından yere süzülür gibi olunca hemen yakaladı. Gülümsediler. Gözlüklü, başını yavaşça yere eğince yerdeki ıslaklığı fark etti.

“Bunu sen de görüyor musun?”

“Neyi?”

“Yere baksana!”

“Bakamam, malum... Ağırlık...”

“Kitabın!”

“Ne?”

Küflenmeye yüz tutmuş kitap, kapanmakta olan iki camın arasında sıkışıp kalmıştı. İçerisi su alıyordu. Birlikte minik kitabın bir ucundan tutup asıldılar. Herkesi tehlikeye atacak bir problemle savaşıyor olsalar da asansörün iç kısmından bakıldığında fazlasıyla komik görünüyorlardı. Kitap kurtuldu. Sırılsıklamlardı, nefes nefese kalmışlardı. Olayın şoku atlatılınca gülmeye başladılar. Hiçbir şey olmamış gibi su damlata damlata içeri geçtiler. Bizimki, “Birazdan üzerimize bir kahve makinesi daha düşer, ısınırız.” dedi, öteki gülmemek için kendini zor tuttu. Koltukları ıslatıp göze batmak istemedikleri için ayakta kalmayı tercih ettiler.

Asansör dokuz yüz onuncu katta aniden durmuştu. Şapkalı adam, gazetesini indirince yüzü tekrar görünür oldu ve apar topar çıkışa yöneldi. Kapıda teknisyenler belirmişti. Grubun başını çeken, eli yüzü kir pas içinde, ağzında sigarasıyla, “Evet çocuklar! Bir arıza haberi aldık, sizleri çıkışa davet ediyorum. Asansör bir süre kullanım dışı kalacak.” dedi, konuşurken düşürdüğü uzun kül, yere saçılmış kahveyle birleşince eridi. Kafasıyla, çalışma arkadaşlarına ilerleyelim hareketi yaptı ve balkona yöneldiler, iki komşu da aynı şekilde çıkışa. Diğer yolcuların içinde gözden kaybolup uzaklaştılar.

Islak kitabını hayata döndürmeye çalışan, suni teneffüs yaparmış gibi üflüyordu. Islanması, yırtılmasından daha iyiydi. Kuruyunca eski haline dönecek ve tekrar yanından ayırmayabilecekti. Kadın, ince kazağının ucunu elleriyle germiş, suyunu boşaltmaya çalışıyordu. Birden şapkalı adamı fark etti, “Bunun yüzünden oldu hepsi. Baksana ne yapıyor bu, gözünü şu postere dikmiş bir de?” diye sordu. Diğeri, göz ucuyla bakıp tuğla duvardaki posteri inceledi, “İyinin de iyisi mi olmak istiyorsun? Hemen bugün tüm ağırlıklarından kurtul!” yazıyordu, tam altında, tüm dişlerini sergileyen bir adam çizimi de içeriyordu. Kanatlı bıyıklarıyla oynayan adam, etrafını inceledikten sonra postere üç kez tıklattı ve duvardaki gizli kapı hafifçe aralandı, şapkasıyla selam verdikten sonra biraz konuştular, ardından fısıldayarak ağız dalaşına girdiler, daha sonra da içeri alındı.

Bizimki merakına yenik düşerek aynı işlemi uygulamak istedi. Ne olup bittiğini öğrenmek istiyordu. Dayanamadı ve gitti. Postere üç kez tıklattı. Bu sefer hareketlilik yoktu. Tam arkasını döndüğünde gizli kapının açılma sesini duydu. Aralıktan yaşlı bir kadının gözleri sarkıyordu. “Tam yerine geldin,” dedi, “o şeyden kurtulmak ister misin?” Kafası çivili olan, güçlükle evet hareketi yaptı. “Ama arkadaşım...” dedi, arkasını döndüğünde ortalıkta olmadığını fark etti.

“Bence, o seni sonradan yine bulur. İçeri gir.”

İçeri girdi. Kendisini şehir hastanesinin içinde bulduğunu anladı; daha önce uğramadığı kısımlarındaydı. Yaşlı ama dinç, ince vücutlu, gri kıvırcık saçlı yaşlı kadın pıtı pıtı ilerliyordu. Onu takip etti. Koridordan ilerliyorlardı. Az önceki şapkalı adamı da gördü, kara kara düşünüyordu. “R.’nin Odası” yazan bir kapının önünde, ağlamaklı bekliyordu. Kafası çivili anlam verememişti, daha doğrusu, hiçbir şeye anlam veremiyordu. Sadece ayaklarına uyuyordu. Daha loş bir koridora geçtiler. Kıvırcık, yumuşak sesiyle, geldiklerini söyledi ve önünde durdukları kapıdan içeri buyurmasını rica etti. Girdiler.

“Şimdi... Ne olacak peki?”

“Güzel şeyler.”

Beyaz önlüklü iki kişi bizimkini aniden yakaladı ve hızlıca bir sedyeye bağladı. Hissettiği şiddetli korkunun etkisiyle, başındaki çivi, sanki çıkmak için kendini zorluyordu. Birkaç damla kan gözünün üstünden süzüldü. Farklı bir kapıdan başka bir beyaz önlüklü çıkıverdi ve acı çekenin karşısına geçti. Bir eli belinde, güneş gözlüklerinin altından izliyordu. Hafifçe gülümsedi. Gürültülü bir şekilde sakız çiğniyordu. Ağzı kapalı, bağırsa da duyulmayan komşusunun ceketinin iç cebinden ıslak, çürümeye yüz tutmuş kitabı aldı.

“Evet bir bakalım. Oh! Bu ismi hiç duymamıştım, sonra neler olmuş acaba? Evet, evet, böyle yapmışlar ve şuraya gitmişler. Falan yapmışlar, filan yapmışlar. Çok güzel!” diyerek rastgele sayfaları çeviriyordu. Zaten su içinde yüzdüğü için ortadan ikiye kolayca parçaladı. Kitabın sahibi, yüksek bir çığlık patlatmıştı, en azından öyle görünüyordu. Gözlüklerini düzgünce yerleştirdi ve ağzındaki sakızı bir kenara tükürdü. Yanında getirdiği ağır çekici güzelce hazırladı.

“Ne demişler? Çivi çiviyi söker!”

Büyük bir darbe indirdi ve kafadaki çivinin yarısı çıktı. Üstüne bir kez daha indirdi, neredeyse çıkmıştı. Sonuncu darbeyi de tüm gücüyle indirdi ve yere düşen metalin sesi odada yankılandı. Çığlıklar hafifledi, gözleri yavaşça kapandı ve siyah boşluğa merhaba dedi.

Yine, kendi evinde, her zamanki sıradanlıkla gözlerini açtı ve olduğu yerde bir süre durdu. Gerçek dünyaya hızlıca dönmüştü. Doğruldu ve oturma pozisyonu alırken gerindi. Boynunu rahatça hareket ettirerek vücudunu ısındırdı. Hızlıca giyinmeye koyuldu ancak daha vaktinin olduğunu sonradan fark etti. Çöp kovasında eski müzik çaların kabloları seçiliyordu. Kapısı üç kez tıklatıldı. “Geliyorum!” dedi gür bir sesle. Bu komşusuydu. Sıcacık iki kahve getirmişti. İçeri geçtiler. Karşılıklı oturmuş, bardaklarını üflüyorlardı.

“Aslında vaktim varmış. Gelmene sevindim.”

“Biliyorum.”

“Hangisini?”

“Vaktin olduğunu.”

Karşılıklı gülüştüler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder